« Suriyeli sığınmacılar nereye gitsin? » – Sibel Yerdeniz

Article  •  Publié sur Souria Houria le 7 avril 2016

İnsanın doğduğu yerde bir şeyler vardır. Herkes bilmez bunu. Ancak, oradan zorla koparılanlar bilir.

Toprağa gömülü bir göbek bağı… (Mare al Mattino – Margaret Mazzantini).

Cemile, savrulduğu bu yabancı topraklarda uzunca bir süre kim olduğunu bilemedi.

Birileri ona bir isim takmıştı: “Suriyeli

Ama kimdi o?

Omuzlarına yüklenen kaderinin ağırlığı altında ezilmiş, bir bataklığın içinde çırpındıkça daha derinlere batan bir hayalet mi?

Çocuklarının ellerinden sıkıca tutarak hayatta kalmaya çalışan ve ne kadar karanlık görünürse görünsün geleceğe tutunmaya çalışan bir anne mi?

Onları bekleyen yarının ne olduğunu bilmeden, nasıl tutunacak? İnsan, içindeki boşluğu neyle doldurabilir umut olmadan?

Cemile yirmili yaşlarında, iki çocuğuyla dul kalmış genç bir kadın. Bizim topraklarımız onun son sığınağı.

Çocuklardan büyük olanı, sekiz yaşındaki Ömer, evlerinden ayrılmadan önceki o son günü hatırlıyor:

Bahçede oynarken durmuş ve bağrışmaların geldiği yöne bakmıştı. Damın üstündeydiler. Aynı kıyafeti giymiş bir kaç öfkeli adam. Yerde diz çökmüş ve başını önüne eğmiş başka bir adam vardı. Sanki tanıdığı bir adam. Komşulardan biri belki…

Sonra onlara doğru yaklaşan babasını gördü; öfkeli adamlarla konuşuyor, onları durdurmaya çalışıyor gibiydi. Bir süre bağıra çağıra konuştular. İçlerinden biri babasının boğazına silah dayadı:

“Ya bizimle gelirsin ya da ölürsün…” diye bağırdı adam.

Eline tüfeği verip diz çökmüş adamı işaret ettiler. Babası bir an durdu, ne yapacağını bilemedi. Adamlar tekrar öfkeyle bağırdılar.  O zaman babası başını kaldırdı ve gökyüzüne, kuşlara doğru ateş etti. Ama gökyüzünde kuşlar yoktu…

Sonra elindeki silah düştü. Adamlardan biri bir adım attı ve babasını damdan aşağı itti…

Bazen dönüp 2009’da Halep’e gittiğimde çektiğim fotoğraflara bakıyorum.

O güzelim sürmeli gözleriyle tatlı tatlı bakan, utangaç çocukların fotoğraflarına.

Savaş daha o zamanlar orada mıydı? O çocukların ışıltılı gözleri, karanlıktan önceki son ışıklar mıydı?

Artık o muhteşem şehirden eser yok. Bir şehirden çok, yağmalanmış, yakılıp yıkılmış, üst üste gömülmüş hayatlar mezarlığı. Karanlık güçlerin yiyip bitirdiği bir mabet.

Sokaklarında insanlar boş su bidonlarının üstünde oturup bekliyor, yaşlılar ağızlarını ıslatmak için kökleri emiyorlar.

Gözlerinden ışıklar saçan o çocuklar şimdi neredeler?

Bir gün kendi ülkemin sokaklarında onlara rastlasam, savaşın o çocuklardan alıp götürdüklerine gözlerimi kaçırmadan bakabilme cesaretim var mı?

Kendi ülkemin, onların bu karanlık kaderindeki azımsanamayacak payı ile yüzleşebilme cesaretim var mı?

Önceki kış Antakya sınırında sığınmacıların yaşadığı evleri ziyaret ediyorduk; üç kadın arkadaş ve Arapça bilen bir rehber. En son kapısını çaldığımız evde -bir bodrum katında bir odada- yaşayan beş çocuk iki kadın vardı ve iki ay olmuştu Suriye’den kaçalı.

Kadının biri ayakta duramayacak kadar hastaydı ama sığınmacı kimliğini henüz alamadığı için tedavi olamıyordu. O tek odadaki eşyalar; taş zeminin üstündeki -gece yatak olarak da kullandıkları- yer minderleri, duvarın bir köşesine yığılmış bir kaç eski yorgan, kapının arkasına asılmış bir kaç parça kıyafet ve poşetten ibaretti.

Karşı evde benim de sonradan tanıdığım merhametli bir kadın, çocuklar için un, şeker yağ gibi malzemeler getiriyormuş arada. Kadınlardan ayakta olanı, o malzeme ile çocuklara kek gibi bir şey yapmıştı tam biz gittiğimizde. Bizi içeri davet ettikten beş dakika sonra hemen koşup çay ile birlikte -merdiven altından bozma küçük, mutfak ‘gibi’ bir yerden- getirdi ve önümüze koydu onları.

O kekler bizim önümüze konduğu anda, başımı kaldırdım ve çocuklardan biriyle göz göze geldim. Hiç o kadar sarsıldığımı hatırlamıyorum…

Yemedik, yiyemedik hiç birimiz ama ayıp olmasın diye bir tanesinin ucundan birer parça aldık.

O evde yaklaşık bir saat kaldık. Ne o çocukların bakışlarını unutabiliyorum ne de ayrılırken kadınlarla gözlerimizde yaş ama yüzümüzde gülümseme ile birbirimizin ellerine sarılışımızı…

İki gün önce Anadolu Ajansı’nda şöyle bir haber vardı:

“Antep’te sayıları 250 bine ulaşan Suriyelilerden, sosyal desteğe ihtiyaç duyan veya kent yaşam kültürüne adapte olamayanlar için İslahiye ilçesinde 20 bin kişi kapasiteli çadır kent kurulacak…”

“Kent yaşam kültürüne adapte olamayan Suriyeliler…”  Ne kadar naif, özenle seçilmiş, samimi ve sahici kelimeler değil mi?

Ama nasıl iki yüzlü, nasıl acımasız, nasıl üstten bir bakış…

İşin aslı şu: İnsanlık dışı koşullarda yaşıyorlar. İnsanlık dışı muameleye maruz kalıyorlar.

Muktedirlerin vekalet savaşının, Ortadoğu’daki son adresinde sözümona ‘insanlık uğruna’ bir mücadelede, insanlık dışı akılların tüm vahşi öfkesine maruz kaldılar.

Ülkemizde de kalmaya devam ediyorlar.

Resmi rakamlarımız her zamanki gibi şaibeli. Yalnızca Antep’te Suriyeli mülteci sayısının 400 bine ulaştığı söyleniyor. Yoksulluk, sağlıksız barınma, yetersiz beslenme koşulları bir yana, onları her fırsatta suçluyor, yaşadıkları yerden uzaklaştırmaya, linç etmeye kalkışıyor cömertliği, misafirperverliği ve merhametiyle nam salmış halkımız. Bahaneler muhtelif:

“Ev bulamaz olduk, kiralarımız arttı… İşimizi kaybediyoruz… Suriyeliler o kadar ucuza çalışıyorlar ki patronlar bizi çıkarıp onları almakla tehdit ediyor…”

Peki bütün bunlar kimin suçu?

Kiraları ikiye katladılar, ucuz iş gücü oldular ve sefaletleriyle ayak altında dolaşarak çoluk çocuğumuza kötü örnek oluyorlar. Bunun adı da “kent yaşam kültürümüze adapte olamamak!”

Bu savaşta bizim de payımız olduğuna göre ganimetlerinden de faydalanacağız elbette. Vahşi bir savaştan güç bela kurtardıkları üç-beş kuruşlarını da biz alacağız. İnsanlığa dair o son ümitlerini de biz tüketeceğiz.

Hatta, “kapılarımızı ardına kadar sığınmacılara açtık, binlerce Suriyeliyi misafir ettik” diye böbürleneceğiz yıllarca.

O kapıları ilk önce kimlere açtık? Suriye nasıl bu hale geldi? diye hiç aklımıza getirmeyeceğiz.

Bizim için “Neden buradalar?” sorusunun tek bir anlamı var: Gitsinler!..

Peki nereye gitsinler? Nereye gitseler rahatlarsınız? Gözlerimizden ve hayatlarımızdan ne kadar uzağa?

“Bizim meyve ağaçlarımızı yaktılar, yumurtalarımızı kırdılar. Evlerimizi bir kaç naylon poşete sığdırdık. Koşa koşa kaçtık kurşunların önünden… Bizden alınanları kim geri verebilir ki? Zeytinliklerimiz ve dostlarımız vardı. Bir tarihimiz vardı…”  diyor Cemile.

Televizyonlarınızda haberlerde gösterilen yerlerin hemen bir iki adım ötesinde başka bir dünya var. Vahşi, acımasız ve gerçek bir dünya.

Bir duvar çekin önünüze.

Bu, çırılçıplak gerçekliği ile tüm inançlarımızı ve ezberlerinizi alt üst edebilecek olan dünyaya gözlerinizi kapatın. Mecbur kalmadıkça bakmayın…

Ne zaman “Suriyeli mültecilerin durumu çok vahim…” diye söze başlasam çevremde “Yalnızca onlar mı yoksul, aç, yaralı ve mağdur olanlar? Bizim hayatımızda da sosyal adaletsizlikler, yoksulluk ve şiddet var,” diye sitem eden birileri çıkıyor.

Evet var… Ne yapalım bu durumda?

Onlar, savaştan kaçarak ülkemize sığındılar.

Çölleri, denizleri, sınırları, kurşunları aşarak geldiler.

Arkalarında doğdukları topraklarını, ailelerini, evlerini, hayvanlarını, yüzyılların emeğini ve tüm umutlarını bırakarak geldiler.

Savaştan can havliyle kaçarken büyüdü çocukları. Daha buraya gelirken yollarda büyüdüler. Arkalarında arkadaşlarını, oyuncaklarını ve çocukluklarını bırakarak geldiler.

Onlar da ‘gitmek’ istiyor. Doğdukları topraklara, yaşadıkları o günlere geri dönmek. Kaldıkları yerden devam etmek. Yaşanan onca vahşet hiç yaşanmamış gibi yapmak. Köpeklerini bahçelerinde, anahtarlarını kapılarının üstünde, umutlarını hemen o kapının ardında bulmak istiyorlar.

Ama yok!…

O tanıdık şehirler, caddeler, sokaklar, evler, güvenli sandıkları o sınırlar yok. Bir zamanlar güvendikleri insanlar yok.

O korunaksız, vahşi cepheye geri dönemezler… Tanıdıkları yüzlerce insan işkence edilerek, boğazları kesilerek öldürüldü. Dünyanın her tarafından gelen, hiç tanımadıkları binlerce ‘insan kılıklı zebani’ ülkelerini işgal etti, altını üstüne getirdi; bir zamanlar barış içinde yaşayan koskoca bir halk bir gecede birbirine düşman kesildi, birbirini boğazladı.

Bu bakışları donuk, kalpleri kırık, içlerine ölüm korkusu işlemiş insanların artık geri dönebileceği toprakları yok.

Ömer, bütün bir gün ve gece boyunca gözleriyle gökyüzünü tarıyor. Belki tanıdık bir bulut ya da bir Arap yıldızı peşlerinden gelmiştir?

Çünkü burada her şey onlara yabancı. Burada kimse selam vermiyor, kimse istemiyor onları.

Bu yeni yaşamda insani çehreler yok; sadece onlara bağırıp çağıran, kaba saba şekiller var.

Geceleri annesinin elini tutuyor ve karanlıkta hayaletler gibi ortak tuvaletlere doğru yürüyorlar. Ellerinde tuvalet kağıtları, titreyerek bekleşiyorlar uzun kuyruklarda.

Birileri çabuk olmaları için sürekli bağırıyor onlara. Duş alırken, tuvalette, yemek yerken…

Bu kampa gelmeden önce sığındıkları o karanlık bodrum katı mı daha kötüydü, yoksa burası mı… bilemiyor Ömer. Ama annesi “Burada en azından karnımız doyuyor. Ve buradaki herkes bizim kadar yalnız…” diyor onlara.

Sokaklarda itilip kakılan hayvanlar gibi yapayalnız kaldılar. Yaralarını sessiz sedasız, iç çekerek sardılar bir süre. Sonra yanlarında getirdikleri son kuruşları da tükendi. Sonra bu kampa sığındılar.

Evet, hiç biri bizim yüksek kent yaşam kültürümüze adapte olamadı…

Şimdi, savaştan  kaçarak sığındığı bu topraklarda Cemile’nin en büyük korkusu çocuklarından önce ölmek. Onları bu kapkara dünyanın ortasında, yapayalnız bırakıvermek…